“Hapishane, zindan! Hiçbir şey değil; hayat zaten zindan değil mi! Hayatında hakiki hürriyet -yani muhabbet- bulan âdemlerdir ki onun hatırasıyla, göreceli bir zindandan muzdarip olurlar. Ben ne vakit hür idim? Ne vakit yakıcı, öldürücü bir muhabbetle zevk bulan biri olabildim? Ne vakit samimi yumuşak bir muhabbetle okşandım? Hülasa ne vakit, bir dakikacık olsun, bahtiyarlığıma, hürriyetime hükmedebildim?”
Akçuraoğlu Yusuf Bey, daha sonra Mevkûfiyet Hatıraları adını vereceği hapishane günlüğüne bu satırları yazdığı Kazan Vilayet Hapishanesinde 43 veya 47 gün tutuldu. Rus Hükümeti o dönem Akçuraoğlu Yusuf Bey ile birlikte Gaspıralı İsmail Bey, Abdürreşit Kadı İbrahimof, Ali Merdan Bey Topçubaşı gibi ilk dönem Türkçülerinin Rusya Müslümanlar İttifakı adıyla kurduğu ve Akçuraoğlu Yusuf Bey’in merkez idare azası ve umumi kâtibi olduğu siyasi fırkanın teşekkül etmesinden sonra ve Kuzey Türklerinin Duma’ya ilk defa temsilci göndereceği 1906 yılındaki seçimlerden önce, Akçuraoğlu Yusuf Bey’i propaganda yapamaması maksadıyla seçimler bitene kadar hapiste tuttu. Yusuf Bey her ne kadar o dönemde Üç Tarz-ı Siyaset’i yayımlamış ve Türkçülüğü ilk defa alternatif siyaset yolları arasında sayarak bu denli yüksek mertebede konumlandırmış bile olsa, Türkçü fikirleri henüz sonradan varacağı berraklıkta değildi. (Bu berraklık için önce II. Meşrutiyet’i yerinde izlemesi, İttihat ve Terakki Fırkasını iyi ve kötü, daha çok da kötü yanları ile gözlemlemesi ve de Suriye ile Filistin’i dolaşması gerecekti. Asıl berzah ise İstanbul’un işgal yılları ve Milli Mücadele’ydi.) O dönemde başta Gaspıralı İsmail Bey olmak üzere Kırımlı münevverler lisan birliğinden hareketle Türkçülüğün ana damarını tayin etmiş olsalar da, bu fikirler sistematik bir Türkçülük teorisinden ziyade bugün ki tabirle bir “eşitlikçilik” çerçevesinde gelişiyordu. Daha derin ve sistematik fikirlerin ortaya çıkması hem Rusya’nın baskısı sebebiyle münevverlerin “eldeki kuşu da” kaybetmemek adına itidalli davranmaları[1] hem de Batı tipi eğitim almış ve Türkçülük fikrinin cihanşümul kıstaslarda teorisyenliğini yapacak parlaklıkta bir beynin henüz yetişmemiş olması hasebiyle gerçekleşmemişti. Sonradan bu vazife Gökalp Ziya Bey ve Akçuraoğlu Yusuf Bey’in omuzlarında olacaktır.
Bu koşullar altında, Türklüğünün farkında ve Türkçülük yoluna girmiş bulunan ancak nasıl bir siyaset izlenmesi gerektiği hususlarında (özellikle de Kırım ve İstanbul arasındaki bölgesel, siyasi ve kültürel farklılıklar sebebiyle) kafası da pek çok bakımdan hâlâ karışık olan Akçuraoğlu Yusuf Bey, hapishane koşullarının ümitsizlik verici etkisi ve diğer hatıralarından ve de günlüğünden anladığımız kadarıyla yetim ve gurbette büyümenin, çocukluğundan itibaren kendisini bir türlü özgür ve vatanında hissedememenin, “Türkiye’de hakim, Rusya’da mahkum bir ırka mensup olmanın” ve hem Rusya’ya hem Türkiye’ye zaman zaman dışarıdan bakabilmenin kendisine haslığı ile bu hâkimliğin de mahkûmluğun da çıkmazlarını kuşkusuz çok iyi analiz eden bir kafa ve o güne değin ki yaşamının mizacı ile birleşmesinin ortaya çıkardığı hassas bir kalp ile yazıyordu hapishane günlüğünü. Tüm mücadele, koşturmalar, mahpusluk, gurbetlik boşuna mıydı? Ne olursa olsun hiçbir şey değişmeyecek miydi?
“Ben bu ideal kurbanlarını takdir ederim; hükümet de âdete özürlüdür; lakin her ikisi de beyhude uğraşıyorlar: Dünya yine eski dönmesinde devam edecek, yerleşik toplum mutlak değişecek; lakin, yazık, insanlık, zavallı insanlık yine mesut olmayacak.”
Akçuraoğlu Yusuf Bey’de bu denli bir karamsarlık Suriye ve Filistin seyahati sırasında yazdığı ve dönemin Vakit gazetesinde yayımladığı mektuplara değin görülmeyecektir. Kaldı ki oradaki karamsarlık Mevkûfiyet Hatıraları’nda olduğundan farklı olarak siyasi ve içtimai meselelerle, Suriye ve Filistin’in idari ve kültürel olarak artık Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopmakta olduğunun canlı gözlemleriyle ilgilidir. Ancak Mevkûfiyet Hatıraları’nda siyasi olmaktan uzak, insanın varoluşuna, dünyaya “gelmiş bulunmaya” ve kendisini sürdürmeye dair içli ve samimi bir ontolojik sıkıntı göze çarpmaktadır.
“Kalbimi tahlil etmek, hissiyatımı anlatmak pek güç: Kalbimin telleri mütemadi titriyor ve bu bana incitici bir lezzet veriyor.”
Anlam arayışı Akçuraoğlu Yusuf Bey’i sıkmaktadır. Öyle ki Akçuraoğlu sahici özgürlüğün, insanın her şeyden önce insan olması ve belirli bir zaman-mekân altında yaşamak zorunda kalması sebepleriyle imkânsızlığından dem vurur. Bu konu hakkındaki düşüncelerini, Friedrich Nietzsche’in meşhur Böyle Söyledi Zerdüşt’ünün Üç Dönüşüm Üzerine başlıklı kısmında yer alan ve gelenekle özgürlük arasındaki olumsuz ilişkiyi anlatan bölüme katılır gibidir. (Acaba Yusuf Akçura Nietzsche okumuş mudur?)
“Biz hapishanedeyiz. Lakin herkes mahpus değil mi? Zindancılara bakıyorum her gün aynı yer aynı iş. (…) Yalnız onlar mı mahpus? Hayır. İşte bir amele, işte bir memur, işte bir esnaf, tacir, sanatkâr. Hepsi, zengin-fakir, cahil-âlim, istisnasız bu dünyada belirli, sınırlı bir esir hayatı sürdürmeye mahkûmlar.”
Akçuraoğlu’nun hüznü ve anlam arayışı ontolojik olmakla beraber teolojiktir de. Çocukluğunda hem Kazan’da hem de İstanbul’da dini eğitim alan Akçura’nın hatıra ve makalelerinde o dönem Rusya tarafından zorla Hıristiyanlaştırılan Türkler ile ilgili bölümler de bulunmaktadır. Kendisi Rusya’da trende karşılaştığı cebren Hıristiyan yapılmış ancak gizliden gizleye İslâm inancını devam ettiren bir aileye dair düşüncelerini naklederken müteessirdir. “Göz göre göre Türklerin Hıristiyanlaştırılmalarına ve milli camialarından çıkarılmalarına son derece üzüldüm. Bu facia, her ne zaman Rus adını işitir isem gözümün önünde canlanır” İslâm’dan koparılmayı milli camiadan koparılmak olarak gören bu düşünceler İslâm’ı güncelleyerek bir “Din-i milli” yapmayı hep üst sıralara koyan ve zaman zaman “dinsizlikle” de itham edilmiş bulunulan Türkçülük hareketinin duygusal nüveleri ile ilgili de önemlidir. Gelgelelim, çok sonradan neşredeceği (1928) Türkçülüğün Tarihi adlı eserinde İslâm’da reformist ve millici söylemlerde bulunan Şeyh Cemâleddin Afganî’ye de yer verecek kadar İslâm’da reformu önemseyen Akçura, hapishane günlerinde kendisinin büyük zatların hapisliğiyle teselli edilmesine tepkilidir.
“Cuma namazlarını hapishane imamıyla kılmaya ruhsat vermişlerdi. İlk müşterek ibadetimizi müteakip İmam Efendi beni teselliye kalktı.
-Müteessir olmamalı, büyük zatlar hapis olunmuş: Hazreti Yusuf, İmam-ı Azam..
Benim bu teselliye canım sıkıldı. Ben çocuk muyum? Herkese malûm bu hikâyeleri hatırlatmakla avutulacak kadar kalbi zayıf mıyım? Sözünü kestim:
-Hiç önemi yok.”
Bu tepki bizce hapishane koşullarının getirdiği ümitsizlikten kaynaklandığı kadar Akçuraoğlu Yusuf Bey’in “kıssadan hisseci” yerleşik İslâm anlayışına olan mesafesiyle de ilgilidir. Aynı günlüğünde İnşirah Suresinden kasıtla “Bu ilahi sözlerin dinlenmesinden, anlatılmasından semavî bir zevk duyuyorum” dese de Akçuraoğlu Yusuf Bey’in teolojik sorgulamaları ta ki siyasi olarak kafası netleşip, fikirlerinin teorik çerçevesini oluşturmaya başlayıncaya dek devam edecek, kendisini tamamen Türkçülük fikrine adadıktan sonra ontolojik huzursuzluğu da inanç sorgulamaları da azalacak ve kafası da kalbi de “netleşecektir”. Öyle ki Yahya Kemal’in aktardığına göre, Akçuraoğlu Yusuf Bey’in İttihat ve Terakki’ye üye olamaması da yine özünde bir inanç meselesiyle ilgilidir. Beyatlı’ya göre Akçuraoğlu Yusuf Bey’in İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne üye olmak için yemin edeceği gün, söz konusu tören sebebiyle bir rovelver, bir Kur’ân bir de yemin metni olan masa hazırlanmıştı. Fakat Yusuf Bey yemin metnini görüp Osmanlı, İslâm gibi kelimelere tesadüf edince, böyle eskimiş ve avam mefhumlar uğrunda can veremeyeceğini beyan etmiş ve İttihat Terakki üyesi olmamıştı. Nihayetinde Akçura’nın, Türkçülük meselesinde İslâm’ın tam olarak nerede konumlandırılacağı hususunda düşüncelerinin giderek daha derinleştiği dönemlerin ardından, din dahil her şeyin Türklük ve Türkçülük menfaatine olduğu takdirde değerlendirilmesi noktasına vardığını söylemek mümkündür.
Akçuraoğlu Yusuf Bey, Mevkûfiyet Hatıralarını yazdıktan yaklaşık on beş sene sonra Ankara’da, Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) ve Halide Edip (Adıvar) gibi vatansever münevverlerle birlikte yıkılmaya yüz tutmuş metruk bir han odasında Türk’ün bağımsızlığı için mücadele edeceğini, bu mücadelenin ardından var edilecek olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarının zihinsel arka planını “Avrupa’da birkaç asra yayılmış olguları Türkiye’de birkaç on seneye sıkıştırmak icap ettiğini”, ve “İnkılap devirlerinde hürriyetin inkılapçılardan ziyade gericilere hizmet edeceğini ve yeni fikir ve menfaatlerin ancak kuvvetle menfaat altına alınabileceğini” söyleyerek ortaya koyacağını Kazan Vilayet Hapishane’nde bu satırları yazarken aklından bile geçirmiyordu:
“Uyanıyorum. Her tarafı beyaz kireçle badanalanmış, küçük bir hücre içindeyim. Tavana yakın dikdörtgen pencereden, demir parmaklıklar ile parçalanmış bir aydınlık giriyor. Yalnızlık. Sükûn. Düşünmek, hür maziyi yaşamak, görmek istiyorum. İstikbal? Bu bir soru işareti: Cevabını aramakla neden kendimi yorayım?”
Akçura’nın ömrünün, tarihsel koşulların da zorlamasıyla adeta bir varlık-yokluk mücadelesi içerisinde şekillenen Türkçülük düşüncesini, kendisi dışındaki hemen her şeyi kendisine hizmet etmek amacı ile kullanabilme rasyonelliğini göstermeye varan bir düşünce metodu ile suhulet, inanç, kararlılıkla müdafaa eden (üstelik 1919’da “Her fikir olgu hâline geldikçe saflığını ve yüceliğini kaybettiği gibi, her teori de tatbikat sahnesine girdikçe eski derecesinden düşer sanırım” diyebilecek kadar kuşak aydınlarından farklı, gerçekçi ve ayakları yere sağlam basan) bir insanın serüveni olduğunu söylemek doğru olacaktır. Ancak ömrünün belki en hassas ve varlık sancısını en yoğun yaşadığı bir buçuk ayını geçirdiği Kazan Vilayet Hapishanesi günlerinin tüm bu hayat hikâyesi içerisinde açılmış ilgi çekici bir parantez olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Esasında Akçuraoğlu Yusuf Bey, Yusuf Akçura olarak nihayetlenecek hayatında belki de her zaman Mevkûfiyet Hatıralarında olduğu kadar dışa vurmasa da hep hissi kalacaktır. Ancak bir farkla: Artık tüm duygularını millet sevgisinde cem edecektir. 1921 yılında Hakimiyet-i Milliye’ye verdiği söyleşinin son cümlesi hem bunun hem de Yusuf Akçura’nın tüm hayatını ne uğrunda geçirdiğinin kanıtlarından biridir. “Milletimizi yükseltmek için, ilk önce Türk Milletini bî-pâyân (tükenmez) ve fedakâr bir muhabbetle, bir aşk ile sevmeliyiz.”
KAYNAKÇA
Akçura, Yusuf, Hatıralarım, Hece Yayınları, 2005
Akçura, Yusuf, “Dârülhilâfet Mektupları”, Ötüken Yayınları, 2018
Akçura, Yusuf, “Siyaset ve İktisat”, Ötüken Yayınları, 2016
Akçura, Yusuf, “Suriye ve Filistin Mektupları”, Ötüken Yayınları, 2016
Akçura, Yusuf, “Türkçülüğün Tarihi”, Ötüken Yayınları, 2015
Beyatlı, Yahya Kemal, “Siyasi ve Edebi Portreler” İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, 2017
Kırımlı, Mehmet Hakan, “Kırım Tatarlarında Milli Kimlik ve Milli Hareketler (1905-1916), Türk Tarih Kurumu, 2010
Nietzsche, Friedrich, “Böyle Söyledi Zerdüşt” Çev: Mustafa Tüzel, İş Bankası Kültür Yayınları, 2018
[1] Gaspıralı İsmail Bey hayatının son yıllarında İstanbul’daki Türk Ocaklarının Reisi Hamdullah Suphi Bey’e şöyle demişti: “Bazı düşünceler vardır ki bize yasaktır. Onları bizden sonra gelecek nesillere bırakalım, biz manevi birliği yapalım, dilleri birleştirelim. Siyasi birliği başkaları düşünsün.”
Onur Bayrak, (1988, Erzurum) Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. Şairi Öldürdüler (2014) ve Buhrannâme (2017) isimli iki şiir kitabı vardır. Ankara’da yaşıyor.